Bir yazar olarak Substack’i nasıl kullanacağımı hâlâ keşfediyorum derken geçen gece rüyamda yine bir vahiy geldi. Dedim ki adı Beslenme Çantası olsun. İçinde bir kitap, bir film, bir dizi, bir şarkı olsun. Analiz olsun ama beyin yakacak kadar değil, düşük kalorili olsun. Biraz esprili olsun keyif versin. Çok uzun olmasın, okuması kolay ve eğlenceli olsun. Ama her şeyden önce ruhu doyursun, bol vitaminli, besleyici olsun… Öyleyse ilk beslenme çantamıza buyrun…
Beslenme Çantası 01.
Hydra Adası’nın Kayıp Bohemleri
Yunanistan’ın Hydra adası sadece beyaz ve çivit mavi boyalı evleri, begonvilleri, huysuz balıkçıları, lezzetli limonları, tatlı suları ve sarnıçlarıyla meşhur bir ada değil. Yunan adası denince akla rüzgarda uçuşan beyaz elbiseleriyle günbatımında “golden hour” ışıkları altında selfie avına çıkmış turistler (Mikonos için Instagram vakti!) Uzo, tzatziki ve karides gelse de burada başka bir miras söz konusu. Sadece bu adadan gelmiş geçmiş, burada yaşamış ya da ilham almış, iz bırakmış bir kaç ismi saymak neden bahsettiğimizi anlatmak için yeterli olacaktır sanırım: Henüz yirmili yaşlarında çıtır bir Leonard Cohen (zaten her dedikodunun, her taşın altından o çıkıyor, göreceksiniz!), John Lennon, Eric Clapton, Rolling Stones, Maria Callas, Peter Ustinov ve daha sayısız yazar, şair, ressam, dansçı, müzisyen, gazeteci... Ve tabii her ülkeden genç hippiler, entelektüeller… Hydra adasının bohem geçmişinden ucundan da olsa haberdardım ve hep merak etmiştim. Derken Düşbaz Yayınları’ndan çıkan Polly Samson imzalı Hayalperestler Tiyatrosu/A Threatre for Dreamers (2020) adlı kitabı ile tanıştım ve olaylar gelişti. Bu arada sanırım “İdra” diye okunuyormuş adanın adı.
Ben İngilizce’sinden okuduğum için çeviriye yorum yapamıyorum ama şöyle bir not düşeyim, usta bir yazarın kitabını okur gibi hissetmesem ve bazı cümlelere takılsam da zevkle okudum. Yazarın kurduğu aksak dilin ve kafa karışıklığının genç ve tecrübesiz anlatıcıya aslında yakıştığını, onu doğru temsil ettiğini düşündüm. Ya da konu ilgimi çektiği için bazı şeyleri mazur gördüm diyelim… Ada ve karakterleri gözlerimin önünde hakiki bir şekilde canlandı, zevkle okumaya devam ettim.
Bolca şarap, bolca ilham, sınırsız özgürlük ve altın gün batımları…
Yakın zamanda annesini kaybeden genç Erika mutsuz bir evliliğe mahkum yaşamış annesinin, babasından gizli satın aldığı bir otomobili ve Yunanistan’ın Hydra adasında yaşayan eski bir dostu olduğunu öğreniyor. Erika bu ipuçlarının verdiği yetkiye dayanarak erkek kardeşi ve onun sevgilisi ile sevimsiz babasının baskısından kaçıp soluğu Hydra’da alıyor. Genç bohemler bu adada Avrupa, Amerika ve Avustralya’daki ayrıcalıklı hayatlarının sunduğu bir takım fiziksel konforlardan uzaklaşıp hayatı bağdan elleriyle kopardıkları üzümleri üstlerine başlarına dökerek yercesine hakiki bir şekilde deneyimliyorlar. Ebeveynlerin iktidarından uzaktalar, kendi çapında muhafazakar yerli Yunan halkının yanında ise “turist” oldukları için oldukça özgürler. Karışan görüşen yok… Küçük bir ada topluluğu içinde oldukça güvendeler. Hayat sade ve basit ama ucuz. Kuyudan su çekmek, buzdolabı olmadan yaşamak gibi zorlukları var sadece. Bu da genç hippilere romantik geliyor… Avustralyalı yazar ve gazeteci bir çift olan Charmian Clift ile kocası George Johnston yaşça büyük olduklarından bu topluluğun hem kral ve kraliçesi, hem de annesi ve babası rolünü üsteniyor, gençlere rehberlik ve zaman zaman ev sahipliği yapıyorlar… Henüz ünlü bir şarkıcı değil, isimsiz genç bir şair olan Leonard Cohen, fena halde abayı yaktığı Norveçli güzel kızımız Marianne İhlen (ki So Long Marianne şarkısı sanılanın aksine Marianne Faithful’a değil, bu genç İskandinav güzeline yazılmış), Marianne’ın uğursuz kocası ve bebeğinin babası, şiddet eğilimli, çapkın şair-yazar Axel Jensen bu sahnenin ağır topları. Gerisi bolca şarap, bolca ilham, sınırsız özgürlük ve altın gün batımları… Tabii her güzel şey gibi kendi küçük trajedilerini üreten bu bohem ütopyanın da bir sonu var. Ama yaşandığı sırada düşsel ve sihirli olduğu kesin.
Hydra’daki bu tablo bana biraz çocukluk yıllarımdaki Bodrum, Türkbükü’nü ve ilkgençlik yıllarımdaki Marmaris, Selimiye’yi hatırlattı. Türkbükü o yıllarda fahiş fiyatlı lahmacunlarıyla değil, şairler, yazarlar, müzisyenler, sinemacılar, tiyatroculardan oluşan bohem kitlesi ile tanınan bir balıkçı köyüydü. Az sayıda pansiyonun yanı sıra bu bohemgiller iki üç aile bir araya gelerek yazın birkaç aylığına ev tutardı. Köyde sadece bir adet manyetolu telefon vardı, onun önünde kuyruğa girip numaraları görevliye santralden bağlatırdık. Haftada bir gün mantı yapan bir teyze restoranı hatırlıyorum. Büyükler her türlü taşkınlıkla ve çocukları evde bırakıp üstü açık antika jiplerle ve Citroën 2 CV’larla merkeze inilen disko, bar eğlenceleriyle meşgulken biz yavrular da boş durmazdık. Kahveden sandalye kiralayıp bilet satarak kendi yazdığımız “Sokak Kedileri” adlı tiyatro oyununu Eda Motel’in bahçesinde oynadığımızı hatırlıyorum. İzleyicilerin arasında Ferhan Şensoy’dan tutun daha kimler kimler vardı… Melodi adında bir eşeği olan ve elektriksiz köy evinde yaşayan genç ve güzel bir kadın hatırlıyorum, 70’ler Cher’i gibi kamçı misali dümdüz siyah saçlı, yalınayak gezen… Unutulmaz karakterler vardı… Köyün bitmeyen su problemleri yüzünden tesisatçı Arif Usta’yı uyandırmak üzerine evine gönderildiğimizi, iki ortaokul bebesi olarak sarhoş adamı öğle vakti döşekten kaldırmak için ona kahve yaptığımızı hatırlıyorum. Hatta evimizin en küçüğü “Arif Usta gelmiyor, kapısını almıyor” diye şarkılar söylemeye başlamıştı! Bir de erkekler sanatını yaparken kadınların çocukların peşinde koştuğunu ve gündüz Bodrum pazarlarına gidip alışveriş yaptıktan sonra akşam da asker yemekhanesi doldurur gibi yemek yaptıklarını… Yani sanatçı da olsan marjinal de olsan kadın olmak, erkeklerin sahip olduğu özgürlük ve avantajların yanında solda sıfır kalıyordu.
Polly Samson’ın anlattığı Hydra adasında da durum farklı değil. Erkekler bütün gün yiyip içip sanatıyla uğraşırken kadın yazarlar ve sanatçılar bir yandan evi çekip çevirmeye, herkesi doyurmaya, çocukları büyütmeye ve kolektif bir sihri yaşatmaya çalışıyorlar. Heyhat!
Hay allah be Marianne!
Kitabı okuduktan sonra 60’ların Hydra adasını daha çok Leonard Cohen ekseninde anlatan So Long, Marianne adlı diziyi keşfettim ve tabii ki anneme de tavsiye ettim. Ege’de bohemlerle dolup taşan bir balıkçı köyü, içki su gibi akıyor, sanat, felsefe, ilham zeytin ağaçlarının, yel değirmenlerinin gölgelerinden fışkırıyor… Bolca drama krema, yasak aşklar, kırılan kalpler, tutku patlamaları, bolca dedikodu, küçük isyanlar ve büyük skandallar. Ama bir iki bölüm izledikten sonra “Ben bunları zaten yaşadım şimdi bir de izleyemem” dedi annem, çok güldüm. Fakat hangi zamanda, nerede geçerse geçsin bohem ütopyalar ve geçici cennetler her zaman benim ilgi alanıma giriyor. Hakim Bey’in TAZ’ı (Temporary Autonomous Zone/Geçici Bağımsız Alan) neredeyse ben oradayım! Üstelik her daim bakım verme ve sihir yaratma misyonunun baskısı altında yaşayan bir yazar olarak bana daha da derinden dokunuyor. Böylece diziye de daldım ve bitirdim. Güzeldi de bence… Ama erkeklerin “sanatsal dâhi” olarak yakaladıkları fırsatlar ve gördükleri müsamahalar gerçekten sinir bozucu. Ve kadınları sürekli hayal kırıklığına uğratmaları… Cohen şarkıyı “Come on, Marianne” şeklinde yazmış. Sonra ayrıldıklarını tam olarak “haber vermediği” Marianne Ihlen uzaklarda kucağında Axel Jensen’den peydahladığı bebeğini sallarken şarkının piyasaya çıktığını öğreniyor. Ama şarkının adı olmuş sana “So long, Marianne” yani elveda Marianne. Büyük geçmiş olsun Marianne. İstersen bir bardak soğuk su iç Marianne… Hay allah be Marianne!
Cohen 1976 tarihli "Greatest Hits" albümünün arka kapağında şöyle yazmış:
“Bu şarkıya Montreal'de Aylmer Sokağı’ndaki evde başladım ve bir yıl sonra New York'ta Chelsea Hotel’de bitirdim. Elveda dediğimi düşünmüyordum ama sanırım öyleydi. (Marianne) bana birçok şarkı verdi ve başkalarına da şarkılar verdi. O bir ilham perisi. Tanıdığım çoğu insan şarkı yapmaktan daha önemli bir şey olmadığını düşünüyor. Neyse ki, bu inanç sohbetlerinde nadiren kendini belli ediyor.”
Ba ba ba diyoruz başka da bir şey diyemiyoruz. Bir şarkı yapmayı her şeyin önüne koymuşsun zaten babacım! Bazen düşünüyorum da, eğer bunu göze almıyorsan, hayatındaki insanları, olayları hunharca malzeme yapıp onların duygularını umursamadan hareket etmeye cüret etmiyorsan o yakıcı ve çarpıcı şeyleri yazamazsın ve bir Leonard Cohen olamazsın gibi geliyor. Belki de her şeyin bir bedeli var Nalan… Ve sanırım sen öyle biri değilsin! Ha ha! Bu da kendime bir not olsun, kendimi de böyle kabul edeyim… Yoksa her başarılı insanın arkasında bir kırık kalpler ve huzursuz cesetler tarlası vardır mı diyelim? Tabii herkes çağının ve kendi kimliğinin imkânsızlıkları içinde, o an kendinde mevcut kapasiteyle hareket ediyor ve hepimiz insanız. Gençlik hata yapmak değil midir? Yine de birilerinin mutsuzluğu pahasına bilerek ve isteyerek yapılan her hata ayrı bir koyuyor… Belki de şarkıların gözleri oymak, kalpleri hançerlemekten başka bir işlevi olmalı... Aldığın derslerle kendini tanımak ve bu idrak ile genç nesillere ilham vermek gibi…
Ha bu arada Ali Wong’un stand-up gösterisinde “eğer bir kocam değil de bir karım olsa kim bilir ne kadar başarılı olurdum” deyişini de unutmayalım. Ben sadece eşit maaş değil eşit haz da istiyorum diyor Wong. “Ama tüm kadınlar bunu istese ve bunu hak ettiğine inansa ne kadar tehdit edici bir durum olurdu, düşünsenize” diyor. Şimdi 60’ların Hydra adasına ya da 80’lerin Türkbükü’ne gidip Ali Wong’un bu videosunu izletsek düşüp bayılanlar olurdu sanırım. Heyhat!
“Kadınlar olarak kendimize attığımız en büyük kazık, her şeye sahip olmanın bir aile ve kariyerle sınırlı olduğuna inanmaktı. Ben ikisine de sahibim. Ve size bir şey söyleyeyim mi? Bu kadarı yetmez! Daha fazlası gerekiyor! Sadece eşit ücret istemiyorum, eşit zevk de istiyorum. Ama tüm kadınlar bunu istese ve bunu hak ettiklerine inansa bu büyük bir tehdit anlamına gelirdi. Çünkü o zaman bir sürü kadının kocalarının hayatlarını sürekli olabildiğince kolaylaştırmak için vakti kalmazdı. Eğer bir karım olsaydı şimdiye kadar kadar dünyayı fethetmiştim belki de!”
Ali Wong, stand-up gösterisi.
Şimdi dönelim adamıza… Hydra Sagasına dair izleyebileceğiniz Marianne & Leonard: Words of Love (2019) adlı bir de belgesel var ama izlemediğim için yorum yapamıyorum. Fakat belgeselin klibinde kendini Zen Budizm’e vermiş yaşlı başlı meditasyon meraklısı Cohen’in şu sözleri beni bitirdi:
“Aşk, erkek ve kadının gücünü oluşturan, onu kalbinize katan bir eylemdir. Erkek ve kadını, cehennem ve cenneti bünyenize katabildiğinizde, onları uzlaştırıp kapsayabildiğinizde erkek ve kadın sizin içeriğiniz olur. Başka bir deyişle, kadınınız sizin kendi içeriğiniz olduğunda ve siz de onun içeriği olduğunuzda, bu aşktır. Ve bu değiş tokuşun tam anlamıyla eşit olup olmadığını fark edersiniz. Çünkü eğer o sizden küçükse, sizi dolduramaz. Ve eğer siz ondan büyükseniz, onu dolduramazsınız. Gerçekten mutlak bir güç eşitliği olduğuna dair bir anlayış olması gerekir. Farklı türden güçler, açıkçası; farklı türden büyüler, farklı türden kuvvetler, gece ve gündüz kadar farklı… Gece ve gündüz, ay ve güneştir, kara ve deniz, artı ve eksi, cennet ve cehennem: bunların hepsi zıtlıklardır, ama hepsi eşittir.” Leonard Cohen
Dayıcım eşitlikten bahsediyorsun ama o bize hiç geçmedi be… Hani biri büyük, biri küçükse demiyorsun da (she) kadın sizden küçükse, (he) erkek ondan büyükse diyorsun ya… Biz senin Zen Budist havalarını yemiyoruz ve sözde eşitliğine inanmıyoruz. Yine de dürüstlüğün için teşekkürler çünkü insanları sanat için malzeme, içerik olarak gördüğünü açıkça ifade etmişsin. Ah o içerik yok mu zaten o içerik… Çağımızın baş belası içerik…
Ha bu arada konuyla ilgili So Long Marianne adında 2023 tarihli bir film daha varmış ama o da daha çok Leonard Baba’nın yediği haltlarla ilgili sanırım. Ama en başta bahsettiğim Polly Samson’ın Hayalperestler Tiyatrosu kitabı sadece Cohen’in yediği haltları merkez almıyor, onu da bir kez daha not düşeyim. Genç Erika’nın bohem cennetlerin kaçınılmaz güzelliğini ve kaçınılmaz düşüşlerini keşfettiği bu kitabı gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim.
Ah asıl dedikoduyu unuttum! Hani Hydra tayfasına hem rehberlik hem anne-babalık eden Charmian Clift’ten bahsettim ya, dizide genç şair Leonard Cohen’in onunla da takıldığı anlatılıyor. Yani dünya yakışıklısı değil Cohen ama ağzı laf yapıyor ve gösterip, umut verip kaçıyor. Hanımlar, beyler bu formülden yürürseniz iş yapıyor ama tavsiye etmiyorum, ah alırsınız! Bir de Charmian Clift’in okuma listeme eklediğim kitaplarını da şuracığa bırakayım: Mermaid Sining (1956) ve Peel Me a Lotus (1958).
Neyse canımızı daha fazla sıkmayalım. Bir kitap, bir dizi, bir film dedik bir de şarkıyla kapatalım. Ama bu defa hikayeyi tersine çevirelim, kadının tarafından anlatalım. Joan Baez’in Bob Dylan ile çalkantılı ilişkisini anlattığı Diamonds and Rust’ı dinleyelim. 60’lı 70’li yıllarda yaşanmış ne kadar tutku, sanatsal var olma çabası ve acı varsa hepsini bu şarkıda bulabilirsiniz, şarkı kendini anlatıyor zaten.
“İkimiz de biliyoruz hatıraların ne getirebileceğini. Elmaslar ve pas…” Joan Baez, Diamonds and Rust
Ama bu şarkının kahrediciliği üzerine biraz umut dolmamız lazım. Türkiye’den çıkan yeni nesil R’n’B kızlarına bayılıyorum mesela. Muhteşem bir şekilde müdanasızlar bir kere!
“Maskele, törpüle nefsini diyorum sana. Sakinleştir kendini ve beni arama” Seda Erciyes, 10:50
Öyleyse Seda Erciyes’ten 10:50 adlı bu şarkı da “aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk” diyen Marianne’ler, Joan’lar için değil kendini kimseye lokma lokma yedirmeyen, yeni çağın aslan yürekli kızlarına gelsin!
Neşenize, arkadaşlarınıza sahip çıkın, bıragmayın kendinizi!
Sona
😂😂😂👏👏👏😘🐬
Sonacım her zamanki gibi harikasın. Bahsettiğin diziyi ben de seyrettim ve senin Türkbükü'nü hatırlaman gibi ben de 80lerin Kaş'ına gittim.
Sadece bu dizi ile ilgili olan değil, tüm yazın duygu ve düşüncelerime o kadar güzel tercüme oluyor ki kendimi, kendime şunu söylerken buldum: yazmana gerek yok Ececim, ara sıra Sona'yı okusan yeter : )))
Bayıldım✨🌞💅🏼